Asr-ı Saadet

Peygamber efendimizin hayatı ve asr-ı saadetten kesitlerin yer aldığı köşemiz.




Hz. Osman nasıl Müslüman oldu?

Resûl-i Ekrem Efendimiz, henüz açıktan halka peygamberliğini ilan etme­mişti.

Bu devrede de, Hz. Bekir, son derece büyük bir cehd ve gayretle samimi dostlarına İslamiyeti anlatıyordu.

Bir gün, Hz. Osman’a da Müslümanlıktan bahis açtı ve onu alarak Resûl-i Ek­rem Efendimizin huzuruna getirdi.

Hz. Re­sû­lul­lah, daima tebessüm eden parlak bir simaya sahip Hz. Osman’a, “Allah’ın ihsanı olan cennete rağbet et. Ben, sana ve bütün insanlara hidayet rehberi olarak gönderildim!” dedi.

Hz. Bilâl-i Habeşî'nin İşkenceye nasıl uğramıştır?

Gizli davet devresinde İslam’la şereflenen ve bundan dolayı müşriklerin şiddetli işkencelerine maruz kalan ilklerden biri de, “Bilâl-i Habeşî” diye bili­nen, Bilâl b. Rebah Hazretleridir.

Hz. Bilâl, Müslümanların amansız düşmanı Ümeyye b. Halef’in kölesi iken, Hz. Ebû Bekir vasıtasıyla İslam’la şereflenmiş­tir.[1]

Bir anda gönlünü çepeçevre saran iman nuru, Hz. Bilâl için hadsiz bir cesa­ret kaynağı oluvermişti. Öyle ki bir köle iken, efendisini ve müşriklerin her tür­lü baskı, işkence ve eziyetlerini hiçe sayarak Müslümanlığını açıkça ilan et­mekten çekinmedi.

İmanın girmediği kalp taştan daha katı, Allah korkusunun bulunmadığı vicdan kayalardan daha hissizdir. Böyle bir kalbe ve vicdana sahip bir insanda acıma, şefkat ve merhamet aramak abestir. O insan, artık bu haliyle mânen ca­navarlaşmıştır; hatta tahribatı cihetiyle canavarları bile geride bırakmıştır.

Hz. Ebû bekir nasıl Müslüman olmuştur?

Hz. Ebû Bekir, eskiden beri Resûl-i Ekrem Efendimizin en yakın dostların­dan biri idi. Samimi görüşür ve konuşurlardı.

Onda da göze çarpan en mühim vasıf, Câhilliyye devrinin çirkin âdetleri, kötü ahlâk ve yaşayışları ile fıtratını bozmamış olması; ruh, kalp ve aklını şirk inancıyla kirlet­me­miş bulunmasıydı. Tanın­mış bir tüccardı. Kavminin ileri ge­lenleri her zaman fikrinden istifade ederlerdi. Ku­reyş’in kan davalarını halle­den de oydu. Bir di­ğer mühim vas­fıda, Ku­reyş ailelerinin soy soplarını, nesep şecere­lerini, iyilik ve kötülüklerini gayet iyi bilmesiydi.

Re­sû­lul­lah Efendimiz, henüz açıktan davete başlamamıştı. Fakat yine de davası kulaktan kulağa yayılmış ve Ku­reyş ileri gelenleri tarafından duyul­muştu.

Hz Ali(ra) nasıl Müslüman olmuştur?

Hz. Hatice’nin tereddütsüz iman edip Müslüman olması, Resûl-i Ekrem Efen­dimizi son derece memnun ettiği gibi, şevkini de artırdı. Artık yeryüzünde davasını tasdik ve kabul eden biri vardı.

Peygamber Efendimizin İslam’a davet ettiği ikinci insan, yine en yakınla­rından biri olan Hz. Ali idi. O, dört beş yaşından beri Efendimizin terbiyesi al­tında bulunuyordu ve o, eşsiz terbiyenin eseri olarak, akranlarına göre feraset ve ahlâk bakımından üstün bir seviyedeydi.

Bir gün, Resûl-i Ekrem Efendimizi, Hz. Hatice’yle namaz kılarken gördü. Hayran hayran seyredip namaz bitince, “Nedir bu?” diye sordu. Resûl-i Ek­rem, “Ey Ali! Bu, Allah’ın seçtiği, be­ğendiği din­dir. Ben seni, bir olan Allah’a iman etmeye davet eder, insana ne faydası ne de zararı dokunmayan Lât ve Uzzâ’ya tapmaktan sakın­dırırım” dedi.

İlk Müslüman kimdir?

Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (a.s.m.), Hira’daki ulvî mazhariyetle İlâ­hî memuriyetini idrak etmiş ve kutsî risâlet vazifesini yüklenmişti.

Ancak bu ağır ve büyük vazifenin icabları vardı, onları ye­rine getirmek lâ­zım geliyordu.

Bunun ise, içinde bulunduğu cemiyette pek kolay olmayacağı da, kendi­sin­ce muhakkak bilinen bir husustu.

O anda Efendimiz tek başına bir tarafta, bütün dünya bir tarafta yer alı­yor­du. Ve o, umum dünyaya Allah’tan aldığı emirleri tebliğ edecekti. Elbette bu, basit bir hadise olarak görüle­mezdi.

Allah Resûlü, dünyalar durdukça insanlığa nur ve şeref olan vazifesine ne­reden ve nasıl başlaması gerektiğini de çok iyi hesaplıyordu.

Durumu evvela, en yakını bulunan zevcesi Hz. Hatice’ye anlattı. Hz. Ha­ti­ce, ona tereddütsüz sadâkat elini uzattı ve “ilk Müslüman” olma şerefine ka­vuştu.

İlk vahiy nasıl tebliğ oldu?

Ramazan ayının 16 gecesi geride kalmıştı.

Ve Ramazan’ın 17’si, Pazartesi gecesi idi.

Nur dağı, derin ve manalı bir sessizliğe bürünmüştü. O civarda her şey de onunla birlikte sessiz ve sâkindi. Kim bilir, konuşulacakları dinlemek, söyle­nenleri adeta duyabilmek eşsiz mazhariyetine ermek için... Konuşacak olan ile dinleyene belki de hürmet için!

Gecenin yarısı geçmiş idi ve zaman seher vaktine ayak basmıştı. Bülbüllerin ötmeye başladığı, güllerin bütün güzellikleriyle etrafa koku tebessümleri da­ğıttıkları ve Allah’ı zikredenlerin coşup sonsuz hazza eriştikleri müstesna va­kit!

Vahiy meleği Cebrail (a.s.), en güzel bir insan suretine bürünmüştü. Mis gibi kokularla çevre, buram buram kokmakta idi. Havf ve recâ, heyecan ve sü­kûnet tecellileri iç içe idi.

Efendimizin Peygamberliğini kim haber vermiştir?

Kâinatın Efendisine peygamberlik vazifesinin verilmesinden bir­kaç yıl ön­ceydi.

Arapların Câhiliyye devrinde iki meşhur panayırından biri olan Hicaz’daki “Sûk-i Ukâz“ renk renk yüzlerce insanla dolup taşmıştı. İçlerinde pek çok Arap beliğleri de vardı. Bu sırada, kızıl tüylü bir deve üstünde yüz yaşını aşmış bir pir-i fani peydahlandı. Gözleri çukura kaçmış, yaşlılıktan iki büklüm olmuş, fakat ruhu aydınlık bu süvari, İyad kabilesinin büyüğü Kuss b. Saide idi. Cenab-ı Hakk’ın varlık ve birliğine, haşir ve neşre inanan Kuss, Arapların şâiri, hatibi ve hakîmi idi. Fesahatiyle dillere destan olmuş bu zât, dikkat kesilmiş ve derin bir sükûta dalmış yüzlerce insana beligane şöyle hitabediyordu:

İslamiyetten önce dünyanın ve insanlığın durumu neydi?

Kâinatın Efendisine risâlet vazifesi verilmeden önce, insanlığın ve dünyanın mânevî çehresini tanımak ve bilmekte fayda vardır. Ancak o zaman Re­sû­lul­lah’ın insanlığı nasıl dinî, ruhî, fikrî, içtimaî ve siyasî bir karanlık ve sapıklık içinden kısa zamanda çekip çıkardığını anlayabiliriz!

Milâdî altıncı asır sonları...

Bu zaman, insanlık âleminin üzerine küfür, dalâlet ve ahlâksızlık kâbusu­nun olanca kesafetiyle çöktüğü ve onu boğmaya var gücüyle çalıştığı bir asır­dır. O gün için dünya üzerinde göze çarpan mühim devletler şunlardır:

Bizans, İran, Mısır, Hindistan, İskenderiye, Mezopotamya, Çin v.s…

Bütün bu devletlerde;
Doğru Bir İnanç Sistemi Mevcut Değildi

İnançsızlığın veya yanlış inancın ruh ve vicdan ızdırabı içinde kıvranan zamanın insanları, adeta çılgına dönmüşler, ne yaptıklarını bilmeyen azgınlar durumuna gelmişlerdi.

İsra Ve Mi'râc Mu'cizesi nedir?

Hicret’ten bir buçuk sene önce, Receb ayının 27. gecesiydi. Bu gecede Pey­gamber Efendimizin en büyük mucizelerinden biri olan İsrâ[1]ve Mîrac[2]muci­zesi vuku buldu. Şöyle ki:

Mezkûr gecede Cebrail (a.s.) geldi ve Resûl-i Zîşan Efendimizi Mescid-i Ha­ram’dan[3]alıp Burak’la Mescid-i Aksâ’ya[4]götürdü. Oradan da, gökyüzün­de­ki harika icraat ve Cenab-ı Hakk’ın kudretine delâlet eden ayet ve alâmetle­rin birer birer gösterilmesi için, semâvâta çıkartıldı. Semâ tabakalarında bulu­nan bütün peygamberlerle görüştürüldü. Habib-i Hüda Efendimiz, sonra da Sidre-i Münteha makamına götürüldü. Ora­dan da “imkân ve vü­cub ortasında da Kàb‑ı Kavseyn’le işaret olunan” makama çıktı. Kendilerine birçok acîb ve ga­rip şey­ler temâşâ ettirildi. Ve bilemeyeceğimiz, anlayamayacağımız bir şe­kilde, me­kândan münezzeh olan Cenab-ı Hakk’ın bizzat ke­lâmını işitti ve Ce­mâl-i Pâkini müşahede etti. Aynı gece Hâ­ne-i Saadetine geldi.

Hüzün yılı nedir?

Art arda vuku bulan bu acı hadiselerin mübarek kalpleri üzerinde bıraktığı derin teessür ve elem sebebiyle, Resûl-i Kibriya Efendimiz, bi’setin bu onuncu yılını “Senetü’l-Hü­zün [Hüzün yılı]” olarak isimlendirdi.
MÜŞRİKLERİN EZİYET VE HAKARETLERİNİ ARTIRMALARI

Ebû Tâlib’in vefatına Peygamber Efendimiz ve Müslümanlar üzülürken, müş­rikler ise sevindiler. Artık karşılarında Sevgili Pey­gam­be­ri­mize arka çıka­cak Hâşimoğullarının reisi yoktu. Bunu fırsat bilerek eziyet ve hakaretlerine hız verdiler. Ebû Tâlib’in hayatında cür’et edemedikleri birçok taşkınlıkta ve insafsızca harekette bulunmaya başladılar.

İslâmın Yayılması ve Efendimize Yapılan İlâhî İkaz ne olmuştur?

Boykot uygulamasının kaldırılması, Pey­gam­be­ri­mize ve ashab-ı kirama ge­niş bir nefes aldırdı. Bu sırada peşpeşe İslam sînesine koşmalar görüldü.

İslam’a gönül verenler arasında yirmi kadar Hıristiyan da vardı. Bunlar, Habeşistan’a hicret etmiş Müslümanlardan, Pey­gam­be­ri­miz ve İslamiyet hak­kında duyduklarını yerinde araştırmak için Mekke’ye gelmişlerdi!

Kâbe’nin yanında Peygamber Efendimizle buluşan Hıristiyan grup, birçok soru sordu. Sorularına mükemmel cevaplar alınca sevindiler.

Daha sonra Resûl-i Ekrem, kendilerini Allah’ın birliğine ima­na davet etti, Kur’an okudu. Kur’an’ın azameti karşısında gönülleri İslam’a karşı muhab­betle doldu. Gözyaşları arasında, yirmisi birden orada İslamiyetle müşerref ol­du.

Hadise, Ku­reyşli müşrikleri fena halde kızdırdı. Putperestlerin Müslüman olmasını engellemeye çalışırlarken, şimdi de Hıristiyanlar, kendi ayaklarıyla gelip İslamiyete giriyorlardı!

Müslümanlara Karşı Boykot nasıl olmuştur?

(Bi’setin 7. senesi / Milâdî 617)

Bu tarihe kadar İslam’ın inkişafına mani olmak gayesiyle müşrikler tarafın­dan girişilen her teşebbüs akîm kalmıştı! Üstelik İslamiyet, daha da hızlı inki­şaf kaydediyordu. Müslümanların sayısı günden güne her türlü şiddet ve mu­kavemete rağmen artıyor ve İslam’ın nuru Mekke dışındaki kabileleri de ku­caklamaya başlıyordu!

Hz. Ömer ve Hz. Hamza gibi iki kahraman İslam safına katılmış bulunu­yordu. Hz. Ömer, önceki halin tam tersine İslam davasını bü­tün güç ve gayre­tiyle benimsemiş, adeta İslam’ın sağ kolu olmuştu. Bu durum, Müslümanlara cesaret ve moral verirken, müşrikleri ise fazlasıyla sarsmış ve onları derinden derine düşündürmüştü!

Diğer taraftan, Ku­reyş müşrikleri, Necâşînin ülkesine sığınmış bulunan Müs­­lümanları geri alma işini de başaramamışlardı. Hükümdar Ashame, mül­te­ci Müslümanları geri vermediği gibi, onları koruyacağına dair de söz ver­miş­ti!

Hz. Ebû bekir'in Ubey Bin Halef ile ne bahsine girmiştir?

Resûl-i Kibriya Efendimiz, peygamber olarak gönderildiği sırada Doğu Ro­ma ile İran, dünyanın en büyük devleti idiler.

Bi’setin 5., yani Milâdî 613 senelerinde bu iki komşu ve rakib devlet, birbir­leriyle kanlı bir muharebeye girişmişlerdi. İran devleti tahtında İkinci Hüsrev, Rum İmparatorluğu’nda ise Hirakl bulunuyordu.

İran orduları, Rum kuvvetlerini denize dökünceye kadar takip etmiş, Su­ri­ye’deki bütün mukaddes şehirleri ele geçirmiş, Milâdî 614 senesinde bütün Fi­lis­tin’i ve Kudüs-ü Şerif’i istilâ etmişti. Bu istilâ esnasında bütün kiliseler yı­kıl­mış, bütün dinî binalar tahrip ve telvis edilmişti. İranlılara katılan yirmi altı bin ka­dar Yahudi, altmış binden fazla Hıris­ti­ya­nı kılıçtan geçirmişti. İran Kisrâ­sı­nın sarayı otuz bin ölünün kafatasıyla donatılmıştı!

İkinci Müslüman Kafilesi Habeşistan'a Hicreti ne zaman nasıl olmuştur?

(Bi’setin 7. senesi / Milâdî 616)

Habeşistan’a hicret eden ilk Müslüman kafilesi, daha önce de belirttiğimiz gibi, ülkenin hükümdarı tarafından iyi karşılanmış, dinî ibadetlerini serbestçe ve gönül huzuru içinde ifa edebilme imkânına kavuşmuşlardı.

Bu durumu haber alan Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mekke’de kalan Müslü­manlara da Habeşistan’a hicret etmelerini tavsiye buyurdu.

Resûl-i Ekrem’in amcası Ebû Tâlib’in oğlu Hz. Cafer’in baş­kanlığında Ha­beş ülkesine doğru yola çıkan ikinci kafile, önceki kafileden daha kalabalıktı. On tanesi kadın doksan iki kişilik bu topluluk da sağ sâlim, sırf dinlerini emni­yet altına almak, ibadetlerini huzur-u kalp ile ifa edebilmek gayesiyle Mekke’den ayrılıp Habeş ülkesine vardılar.

Müslümanlar göç ederken, Peygamber Efendimiz her şeye rağmen Mek­ke’den ayrılmadı. Müşriklerin eziyet ve işkencelerine göğüs germeye de­vam etti. Cenab-ı Hakk’ın hıfz ve inayeti altında kutsî ve ulvî hizmetini sür­dürdü.[1]
Ku­reyşliler, Muhacirlerin Peşinde!

Kırkıncı Müslüman Hazret-İ Ömer nasıl müslüman oldu?

(Bi’setin 6. senesi Zilhicce ayı / Milâdî 616)

Emsâlsiz kahramanlardan biri olan Hz. Hamza’nın Müslümanlar safına ka­tıl­ması ve arkasından da bir grup Müslümanın Habeşistan’a hicretleri, Ku­reyş müşriklerini derin derin düşündürüyordu. Hayatlarına büyük bir tedir­ginlik ve endişe hâkim bulunuyordu.

Hepsinin zihninde karar kılmış fikir şu idi:

“Mutlaka, şu Ebû Tâlib’in yetimi Muhammed’in işi, bir an önce halledilme­li­dir!”

Bu konuyu görüşmek üzere, Dâru’n-Nedve’de toplanan Ku­reyş’­in, hararetli ve ateşli konuşmalarından sonra, Ebû Cehil’in teklifi kabul edildi: “Muham­med’in vücudu ortadan kaldırılacaktır!”

Bu korkunç cinayeti işlemeye kim cesaret edebilirdi? İşin içinde Hâşimo­ğul­larının böyle bir hal vukuunda kan davası gütmeleri de söz konusu idi.

Bu iş için bazıları büyük vaadlerde de bulunuyordu. Mesela, Ebû Cehil, “Mu­hammed’i öldürecek kimseye, ben­den yüz kızıl ve siyah deve, şu kadar al­tın, şu kadar gümüş v.s.” diyordu.