Asr-ı Saadet

Peygamber efendimizin hayatı ve asr-ı saadetten kesitlerin yer aldığı köşemiz.




Kabenin yeniden imarında Hz. Peygamber'in rolü nasıl olmuştur?

Kâinatın Efendisi 35 yaşında idi.

Bu sırada Ku­reyş kabilesi, Kâbe duvarlarını yıkıp, yeniden tamir kararını verdi. Zira, yıllardan beri yağan yağmur ve neticede meydana gelen seller, ya­pı itibarıyla pek sağlam olmayan bu mâbedi oldukça yıpratmıştı. Çatısız bu­lunması sebebiyle de, yağan yağmurlar temeline kadar tesir etmiş ve binayı adeta harab bir hale getirmişti.

Son olarak gelen büyük bir sel, Kâbe’yi bütün bütün sarsmış ve duvarlarını çatlatmıştı. Bu durum Mekkelilerde bir korku ve telâş uyandırmıştı.

Bu arada, bir hadise daha oldu: Kadının biri Harem’de ateş yaktı. Ateşin ko­rundan sıçrayan kıvılcımlar, Kâbe’nin örtüsünü tutuşturdu ve yanmasına se­bep oldu.

Bütün bunların üzerine bir de Kâbe’nin içinde bulunan bir definenin çalın­ması eklenince, Mekkeliler, artık verdikleri ka­rarı bir an evvel gerçekleştirme gayretine girdiler.[1]
İnşaat Malzemesi Yüklü Gemi

Ku­reyşliler, Kâbe’yi nasıl ve neyle tamir edeceklerini düşünüp, iştişâre edi­yorlardı.

Peygamberimizin Şam'a ikinci gidişinde neler yaşamıştır?

Mekke halkının meşguliyetleri başında ticaret geliyordu. Ebû Tâlib de bir müddet ticaretle uğraştı. Ancak kıtlık kuraklık yıllarının başgöstermesi, kabile savaşlarının birbirini takip et­mesi ve aile efradının fazla oluşu gibi sebepler yüzünden ticaret yapabilecek malî kuvveti pek kalmamıştı. Bu yüzden, Efen­di­mizi de yanına alarak yaptığı Suriye seyahatinden sonra bir daha ticaret ker­vanlarına katılma imkânını elde edemedi. Mekke’nin içinde bazı işler yap­mak­la geçinip gidiyordu.

Mekke’de Nebiyy-i Ekrem Efendimizin akrabalarından zen­gin bir dul kadın vardı: Hatice binti Hüveylid... O, servetiyle ticaret kervanlarına ortak olu­yordu.

Peygamber Efendimiz, yirmi beş yaşında bulunduğu sırada, Ku­reyş yine Şam’a göndermek üzere bir ticaret kervanının hazırlığı içindeydi. Bu kervana Hz. Hatice de, mallarıyla iştirak edecekti. Her seferinde olduğu gibi bu defa da mallarının başında gön­derecek emin ve sağlam adamlar arıyordu.

Peygamber Efendimizin Zeyd Bin Hârise'yi Âzad Etmesi

Zeyd b. Hârise, Kelb kabilesine mensuptu. Henüz sekiz yaşlarında küçük bir çocuk iken, annesiyle beraber gittiği akrabalarının yanında, bir başka kabi­lenin baskını sırasında esir alın­mıştı. Esirler pazarından da, Hz. Hatice’nin ye­ğeni Hâkim b. Hi­zan tarafından dört yüz dirheme satın alınıp Mekke’ye geti­rilmişti.[1]Hz. Hatice, Zeyd’i yeğeninden almış ve evinde barındırıyordu.

Bu sırada Efendimiz, Hz. Hatice’yle evli bulunuyordu.

Resûl-i Ekrem, bu küçük çocuğu sevmişti. Bu sebeple, Hz. Hatice’den onu kendisine bağışlamasını istedi. Muhterem zevceleri, Pey­gam­be­ri­mizin bu arzu­sunu yerine getirdi.

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, onu alır almaz azat etti.[2]

Her zaman hürriyeti benimseyen ve seven bir büyük insandı o... Her ya­şında insanlara, onların vazgeçilmez hak ve hürriyetlerine son derece hürmet­kâr ve riayetkârdı. Fani hayatının son ânına kadar bu eşsiz ulvî duygusu ve hasleti her zaman ke­mâl derecesinde tecelli edecektir!

Peygamberimiz Dedesi Abdülmuttalib'in Himâyesinde

Altı yaşında iken annesini kaybeden Peygamber Efendimizi, yaşlı dedesi Ab­dül­mut­ta­lib himâyesine aldı.

Ku­reyş’in reisi Ab­dül­mut­ta­lib de nur-u Ahmedî’den na­sibini al­mıştı. O nur kendisine çok üstün meziyet ve sıfatlar kazandırmıştı: Uzun boyu, büyükçe başı ve heybetli görünüşüne, par­lak yüzü, tatlı sözü, utangaçlığı, nezaket ve üstün ahlâkı bir başka güzellik katmıştı. Sabırlı, akıllı, anlayışlı, mert ve cömert idi. Yoksul insanların karınlarını doyurmaktan büyük zevk alırdı. Hatta bu cömertliğini, bu yardımseverliğini hayvanlardan bile esirgemezdi. Dağ başla­rında aç susuz kalan kur­du kuşu da düşünürdü.

Peygamberimizin Babası Hazreti Abdullah kimdir?

Abdullah, Ab­dül­mut­ta­lib’in erkek çocuklarından sekizincisi idi.[1]Sîret ve su­rette diğer kardeşlerinden çok farklıydı.

Dünyaya gelir gelmez babasının alnında parlayan Nur-u Mu­hammedî, onun alnına geçmişti. Bu nur, yüzüne harika bir güzellik ve müstesna bir tatlı­lık bahşetmişti. Ama hiç kimse, bu güzellik ve tatlılığın nereden ve niçin geldi­ğinin farkında değildi.
Ab­dül­mut­ta­lib’in, Oğullarıyla Konuşması

Artık oğullarının onu da büyümüştü.

Vaadini unutmayan Ab­dül­mut­ta­lib, onları bir gün bir araya topladı ve işin hikâyesini anlatarak, içlerinden birini kurban etmesi gerektiğini bildirdi. Hepsi de tereddütsüz râzı oldular. Sonra da babalarına sordular: “Peki nasıl yapalım bunu? Kimin kurban edileceğini nasıl tespit edelim?”

Ab­dül­mut­ta­lib, böyle bir durumda ne yapılması gerektiğini bi­liyordu. Şöyle dedi:

“Her biriniz birer ok alın, üzerine kendi isminizi yazın ve ok­ları bana ve­rin!”

İslamiyetten önce Arabistan'ın durumu nasıldı?

Dünya haritası üzerinde siyasî, coğrafî ve ticarî açıdan mühim bir yer işgal eden Arabistan’ın da, diğer dünya ülkelerinden farklı bir tarafı kalmamıştı. Orada da —lisan ve edebiyat istisna edilirse— her şey çağırından çıkmış, bü­tün müesseseler bozulmuştu.

Kısaca göz atalım:
Dinî Durum

İnanç yönünden Arabistan, kelimenin tam manasıyla anarşi içinde kıvranı­yordu. Garip itikadlar burada da kol geziyordu.

Bir kısmı tamamen inkârcı idiler. Dünya hayatından başka hiçbir şeyi kabul etmiyorlar,“Bi­zim için dünya hayatından başka bir hayat yoktur; yaşarız ve ölürüz. Bizi öldüren, zamandan başka bir şey değildir”[1]diyerek, güya keyiflerince hayat sü­rüyorlardı!

Resûl-i Ekrem Efendimize vahiy gelmeye başlayınca, Kur’an-ı Kerim’inde Cenab-ı Hak, bu inancı taşıyanlara şöyle hitap edecektir:

“Ey Resûlüm! Onlara de ki:

Hz. Peygamber İslamiyet'i yayarken müşriklerin tertipleri nelerdir?

Başvurulan tertip, eziyet ve işkencelerin hiçbiri, Resûl-i Ekrem Efendimizi İslam’ı tebliğ etmekten alıkoyamıyordu. Üstelik, amcası Ebû Tâlib de, yaptıkla­rına ve söylediklerine karşı çıkmıyor, bilâkis onu koruyordu.

Müşrikler, bu sefer başka bir yol denediler. İleri gelenlerinden on kişi, Ebû Tâlib’e gelerek, “Ey Ebû Tâlib!” dediler. “Yeğenin putlarımıza sövdü, dinî inanç­larımızı kötüledi; akılsız olduğumuzu, ba­balarımızın, dedelerimizin yan­lış yolda gitmiş olduklarını söyleyip durdu. Şimdi sen, ya onu bunları yap­maktan ve söylemekten alı­koy veya ara­dan çekil.”[1]

Ebû Tâlib, bu teklif karşısında ne yapacaktı? Bir tarafta kavminin gelenek ve âdetleri, diğer tarafta yeğenine karşı olan samimi sevgisi! Hangisini tercih ede­cekti?

Sonunda, yumuşak ve güzel sözlerle müşrik heyetini başından savdı.[2]
Ebû Tâlib’e İkinci Şikayet

Peygamberimiz ve Müslümanlar Dâru'l-Erkam'da neler yaşamışlardır?

Efendimizin peygamberliğinin 5. senesi...

Milâdî 615...

Ku­reyş müşriklerinin Müslümanlar üzerindeki baskı, eziyet ve işkenceleri gün geçtikçe artıyordu. Müslümanlar dinî vazifelerini ve ibadetlerini rahat ve serbest bir şekilde ifa edemez bir durumla karşı karşıya gelmişlerdi.

İslam ve imanın tâlimi, Allah’a ibadet ve taatin serbestçe yapılabilmesi için emin bir yer gerekliydi. Allah Resûlü, bizzat bu emin yeri aradı ve tespit etti: Safâ tepesinin doğusunda dar bir sokak için­de bulunan ilk Müslüman Er­kâm b. Ebî’l-Erkâm b. Esed’in evi... Bu ev, giriş çıkışlar için elverişli, etraftan gelen gidenlerin kolay­ca kontrol edilebileceği emin bir yerdi.

Artık Kâinatın Efendisi Pey­gam­be­ri­miz burada muallim, ilk Müslümanlar da talebe idiler. Burada öğrendiklerini imkân ve fırsat dâhilinde başkalarına da duyuruyor ve aktarıyorlardı. Böylelikle Dârü’l-Erkam’ı, Nebiyy-i Ekrem Efen­dimizin hocalığını yaptığı ilk medrese, ilk İslam üniversitesi saymak müm­kün­dür!

Dâvetin İkinci Safhası: Mekkelilere Safâ Tepesinden İlk Hitap nasıl olmuştur?

Tebliğ dairesi tedricen genişliyordu. Açıktan iman ve İslam’a davet, inan­mış ruhları sevinciyle okşarken, şirkin kirinden kendini kurtaramamış gönül­leri ise telâşa sevk ediyordu!

“Emrolunduğun şeyi, onları çatlatırcasına bildir”[1]İlâhî fer­manı gelince, Fahr-i Kâinat, adeta yerinde duramaz hale gelmişti. Hemşehrilerine maddî mâ­nevî saadetin yo­lunu bir an ev­vel göstermek istiyordu.

Bu sırada, tebliğ dairesini biraz daha genişletip, Safâ tepesinde Mekkelilere açıkça peygamberliğini ve İslam dinini ilan etti.[2]

Safâ tepesinde yüksekçe bir taş üstüne çıkan Allah Resûlü, Mekkelilere yük­sek ve gür bir sadâ ile “Yâ Sabâhâh! (Ey Ku­reyş top­luluğu! Buraya geliniz, top­lanınız; size mühim bir haberim var!)” diye seslendi.

Mekkeliler birden şaşkına döndüler. Kimdi bu haykıran? Bir tehlikeyle karşı karşıya mı bulunuyorlardı? Düşmanın baskınına mı uğramışlardı? Yoksa ken­dilerine iletilecek çok mühim bir haber mi vardı?

Peygamberliğin İlânı ve Dâvetin Birinci Safhası nasıl olmuştur?

Bütün insanlığa hitap edecek ve bütün dünyayı kucaklayacak bir din, el­bet­te gizli kalamazdı. Madem insanlığı maddî mâ­nevî huzura kavuşturmak için bu din gönderiliyordu; öyle ise, açıktan açığa insanlara bildirilmesi ve teb­liğ edilmesi zarurî idi.

Cenab-ı Hak, kâinatta her şeyi tedric kanununa bağlamış­tır. Bu kanuna ria­yet ve itaat etmeyenlerin zamandan ala­cakları cevap hiç şüphesiz, muvaffaki­yetsizlik olacaktır.

Re­sû­lul­lah Efendimiz de, Allah’tan aldığı tâlimat üzerine bu kanuna riayet etti. Üç sene müddetle peygamberliğini ve İslamiyeti açıktan açığa kimseye bildirmedi ve anlatmadı. Tebliğinde son derece tedbirli ve ihtiyatlı davranıyor, ancak emniyet ettiği kimselere durumunu arz edi­yor­du.

Bu hareketiyle onun İslam’a muvaffakiyet yolunu açtığını da görüyoruz. Üç senelik gizli davet devresinde birçok kimse İslam safında yer almış ve dava­sına güç vermişti.

Habbab Bin Eret nasıl Müslüman olmuştur?

Habbâb b. Eret, Ümmü Anmar adında İslam düşmanı bir kadının azatlı kö­le­siydi. Demirci idi, kılıç yapardı. Peygamber Efendimizle öteden beri görü­şür ve konuşurdu.

Resûl-i Kibriya Efendimiz henüz Dârü’l-Erkam’a yerleşmediği bir sırada ge­lip Müslüman oldu.

O günlerde Müslüman olmak ve hele Müslümanlığını ilan etmek demek, malından ve canından olmayı göze almak demekti. Buna rağmen, Hz. Habbab, zerre kadar korku eseri göstermeden İslam’la şereflendiğini kahramanca ilan ve izhar etti.
İşkence

Ku­reyşli müşrikler, Müslüman olduğunu duyunca, onu da eziyet ve işken­ce­lere tâbi tuttular. Ümmü Anmar, hiddetinden çıldıracak gibiydi. Onu bağ­lat­tı, ateşte kızdırttığı demirle başını dağlattı. Hz. Habbâb, geçim vasıtası olan mes­leğiyle şimdi işkenceye uğruyordu! Ama nâfileydi! Onun gönlü iman ate­şiyle çoktan tutuşmuştu.

Ebû Zerr-İ Gıfarî nasıl Müslüman olmuştur?

İslam’ın ebedî nuru, gizliden gizliye ruhları sarmaya ve gönülleri fethet­meye devam ediyordu. İlk Müslümanlar bütün samimi­yet­le­riyle Hz. Re­sû­lul­lah’ın muallimliğinde İlâhî davayı öğrenmeye ve yaşamaya çalışıyorlardı.

Peygamber Efendimiz, henüz davasını âşikâre ilan etmemişti; ama buna rağ­men, Mekke’nin dışında da birçok yerden, bek­lenen Son Peygamberin zu­hur ettiğine dair haber duyanlar vardı. Bunlar­dan biri de, Gıfar kabilesine men­sup Ebû Zerr idi.

Ebû Zerr, Câhiliyye devrinde de putlara tapmaktan nef­ret eden ve seneler­den beri hak ve hakikati arayan, Araplar­ın güzide şâirlerinden biriydi. Duy­duğu haber üzerine önce, aradığı rehber zâtın Mek­ke ufuklarında parlayan zât olup olmadığını anlamak maksadıyla kendisinden de üstün bir şâir olan kar­deşi Üneys’e, “Haydi, Mek­ke’ye, zuhur ettiği söylenen zâta git, kendisiyle bir gö­rüş ve onun hakkında bana haber getir” diyerek onu Mekke’ye gönderdi.

Sa'd Bin Ebî Vakkas nasıl Müslüman olmuştur?

Sa’d b. Ebî Vakkas, henüz 17 yaşlarında, hareket ve heyecan dolu bir genç idi. Bu sırada bir rüya gördü: Zifirî bir karanlığın içindeyken, birdenbire parlak bir ay doğuyor ve o, ayın aydınlattığı yolu takip ediyor. Sonra aynı yolda, Zeyd b. Hârise, Hz. Ali ve Hz. Ebû Bekir’in önünden ilerle­di­ğini görüyor. Ken­dilerine, “Siz ne vakit buraya geldiniz?” diye soruyor. Onlar da, “Şimdi” diye cevap ve­ri­yor­lar.[1]

Bu rüyasından üç gün sonra, İslam’a gizli davet devresinde fevkalâde bü­yük bir cehd ve gayret gösteren Hz. Ebû Bekir, ken­disine İslamiyetten bahsetti, sonra da alıp Resûl-i Zîşan Efendimizin huzuruna götürdü. İslamiyet hakkında Resûl-i Ekrem Efendimizden malumat alan Hz. Sa’d, hemen orada Müslüman oldu.[2]

Halid Bin Said nasıl Müslüman olmuştur?

İslam’a gizli davet devri henüz devam ediyordu.

Bu sırada Müslümanlar safına Ku­reyş’in mümtaz bir şahsiyeti daha katıldı: Hâlid b. Said. Hz. Hâlid, Ku­reyş’in ileri gelen ve zengin bir ailesine mensuptu.

Arap edebiyat ve ilmini gayet iyi bilen Hz. Hâlid, bir gece rüyasında, baba­sının kendisini tutup cehenneme atmak istediğini, fakat Re­sû­lul­lah’ın yetişip kendisini cehenneme düşmekten kurtardığını gördü.

Feryat ederek uyandı. Böylesine berrak bir rüyanın manasız olamayacağını idrak eden Hz. Hâlid, kendi kendine, “Vallahi, bu rüya gerçektir!” dedi ve va­kit kaybetmeden Hz. Ebû Bekir’e koştu. Rüyasını anlatınca, Sıddık-ı Ekber, “Hakkında ha­yırlı olmasını dilerim!” dedi. “Seni o Re­sû­lul­lah kurtaracaktır. Hemen git, ona tâbi ol! Sen, ona tâbi olacak, İslam dinine girecek, onunla bir­likte bulunacaksın! O da seni, rüyada gördüğün gibi cehenneme düş­mekten kurtaracaktır.”

Talha Bin Ubeydullah nasıl Müslüman olmuştur?

Hz. Osman’ın İslam’ın saadet dolu sînesine koşuşunu, Hz. Talha b. Ubey­dullah takip etti.

Ticaret maksadıyla bir seyahate çıkmıştı. Busra panayırında bulunduğu bir sı­rada, oradaki manastırda yaşayan bir rahip, “Bu pazar halkı içinde Mek­ke’den kimse var mı?” diye seslendi.

Hz. Talha, “Evet, ben Mekkeliyim” deyince rahip, “Ah­med zu­hur etti mi?” diye sordu.

Hz. Talha, “Ahmed kim?” deyince de rahip, “Abdullah b. Ab­dül­mut­ta­lib’in oğludur! Mekke, onun zuhur edeceği şehirdir. O, peygamberlerin sonuncusu­dur! Kendisi, Harem-i Şerif’ten çıkarılacak, hurmalık, taşlık ve çorak bir yere hicrete mecbur bırakılacaktır” cevabını verdi.

Rahibin bu sözleri Talha’nın dikkatini çekmişti. Mekke’ye gelir gelmez hal­ka, “Yeni bir haber var mı?” diye sordu.

“Evet...” dediler. “Abdullah’ın oğlu Muhammedü’l-Emin, pey­gamber oldu­ğunu iddia etti. Ebû Kuhâfe’nin oğlu Ebû Bekir de, ona tâbi oldu!”